MESUT BALTA


SU PARADİGMASINI DEĞİŞTİRMEK


Bütüncül anlamda son derece insani bir ihtiyaç olan su kavramına olan paradigma değişmediği sürece günümüzdeki sorun ileriki tarihlerde daha vahim boyutlara doğru gidecektir. İnsanlar bir çok şeyde olduğu gibi çoğunlukla çözümü her zaman başka kurum ve kişilerden bekleme anlayışı kolaycılığı içerisindeler. Halbuki çözümün odağında kendilerinin olduğunu çoğu zaman göz ardı ederler. 

Tatlı suların dünyadaki toplam su rezervinin sadece yüzde 2.5’luk bölümünü oluşturduğunu söylersek sanırım bu konunun ne denli kritik olduğunu anlatmaya yeter. Bu istatistik su sorunsalının ne denli önemsenmesi gerektiğini de açıkça ortaya koyan bir veri. 

Yanı sıra yeryüzünde tatlı suyun insan popülasyonu haricinde aynı zamanda diğer birçok canlı türünün de temel ihtiyacı olduğunu yeri gelmişken belirtelim.  Bu sonuç tatlı su kaynağının muhatabının salt insanlar olmadığı gerçeği de ortaya koymaktadır. 

Yazının başlığındaki paradigma kavramından da anlaşılacağı üzere tüm insanlığın su politikasını mental anlamda  duyarlı yöne evirmesi gerektiği sonucu ortaya çıkıyor. Kısacası bir bardak suyun tüketimini yaptığında dahi bunun ikinci ve hatta üçüncü etki aşamasının sonuçlarını düşünmek zorunda. Bu bireysel anlamda yapılması gerekenleri oluşturan yönü. 

Elbette günümüze kadar ilköğretim kurumları düzeyinde kadar su bilinci dersinin olmaması büyük bir eksiklik. Böyle bir ders suyun israfından dengeli kullanımına ve oradan ekolojik duyarlılığa değin birçok çözümü beraberinde getireceği aşikardır. Bu anlamda toplum;  suya kaynaklık eden, tabiri caizse vatanı olan doğa ve onun bileşenleri ağaç ve ormanların ne kadar önemsenmesi gerektiğini bilmesi gerekir. 

Su ve doğa hassasiyetine duyarlı kamuoyu ve sivil toplum örgütlenmesinin daha çok batı Avrupa ve özel anlamda da sol ve yeşil siyasal hareketlerinde görülmesi tesadüf değil. Çünkü doğa aynı zamanda bu siyasal görüşün özünü oluşturan ilke halini kabul etmektedir ve parti programlarına, tüzüklerine, manifestolarına kadar yer alabilmektedir. 

Geçen hafta bir uzmanın röportajında çok çarpıcı bir kavram duydum. Uzman şöyle diyordu; ekolojik denge için doğal ortamda ayak izlerini azaltmalıyız. Bu mükemmel bir tespit. Evet uzmanın özet cümlesi ile doğaya daha az müdahale, doğayı daha çok kendisi ile başbaşa bırakmak, doğal alana olabildiğince beton, kimyasal ürünleri sokmamak bu düşüncenin başlıca yansımaları olduğunu anlıyoruz. 

Doğaya zarar verme eylemi karşısında her türlü suskunluk daha az oksijen, daha az tatlı su ve yaşamın gittikçe doğadan koptuğu konjonktür demektir. Yönetsel yapının çevre, doğa, oksijen ve su duyarlılığının uzağında kalan eksikliklerinin dengelenmesi ancak ve ancak daha duyarlı demokratik kamuoyu, daha çok eleştiri ve daha müdahaleci formatlar etkili olacak modeller. Bu anlamda ufak bir örnek vereceksek ; doğal alanda Avrupa’da olduğu gibi taşlı yollar ve taşlar arasında çim çıkan yöntemler yerine kimyasal madde olan asfalt yapılan yol projeleri doğaya yapılan bir ihanet değil de ne olabilir. 

Görüldüğü üzere doğa ve özel anlamda yazımızın konusunu oluşturan su sorunsalında zihin haritamızı ve paradigmamızı değiştirmemiz çok kritik bir eşik. Daha duyarlı, daha çevreci, daha çok gelecek yılları düşünen sürdürülebilir politikalar geliştirmek kaçınılmaz bir gereklilik olduğunun altını çizelim.